Kubbeleri inleten bir ses.
Davudi bir sada.
Celalli bir eda.
Heyecan dozu yüksek bir konuşma.
Dinleyeni hemen İslam için cihada koşturacak bir muhteva.
Kendinden emin, bazen yüksek bazen sakin bir tonda, Müslümana sorumluluklarını hatırlatan, aslında hakikatleri yüzüne çarpan bir vaiz.
Kaypaklığa, vurdumduymazlığa, boş vermişliğe, sahtekarlığa, samimiyetsizliğe,
tembelliğe, fısku fücura tahammülü olmayan bir hocaefendi.
Cumhuriyet tarihinde belki de en ateşli, heyecanlı vaazlar vererek kitleleri coşturan ama asla provoke etmeyen bir âlim.
Dinî konularla güncel olanı birlikte değerlendiren, ayet ve hadisleri geçmişte tutmayan bir yorumcu.
Kasetleri elden ele, kulaktan kulağa dolaşan, insanların kendisini dinlemekten alıkoyamadığı, bazı ifadeleri abartılı gelse de toplum psikolojisini çok iyi bilen ve uygulayan bir davetçi.
Ve inandıklarının bedelini mahkemelerde sürünerek, işkenceler görerek, sürgünler
yaşayarak, baskılara maruz kalarak ödeyen bir dava insanı…
Timurtaş Uçar hocaefendi, kısaca Timurtaş Hoca…
Babalar ve çocuklar sohbetinde Tarık Yusuf Uçar ile birlikteyiz. Hemen söze girelim…
Tarık Yusuf Bey, merhum babanız çok meşhur biriydi. Sizi de camiamız bilir ancak bize kendinizi tanıtırsanız memnun oluruz.

Bu mülakatın ilk sorusu en zor olanı. Babamı anlatmak kendimi tanıtmaktan kolay olacak. 1971 yılında Elaziz’de dünyaya gelmişim. İsmimi doğmadan bir hafta önce kapıya gelen bir hırpani bir dede koymuş. Bu eve bir erkek çocuk gelecek adını Yusuf koyun deyince Almanya’dan irşad görevinden dönen babam bunu duyar ve Ömer Faruk isminden vazgeçer. Ama görünen o ki nüfusa yazdırmasa da bu isimdeki karakteristiği kazandırmak için elinden geleni yapmış merhum.
İlkokula İstanbul Fatih’te başladım. Orta, lise, İstanbul Hukuk ve Marmara’da Sultanahmet Yerleşkede Yüksek Lisans hep Fatih’te geçti. Üniversite dönemim çok aktif geçti. Milli Gençlik Vakfı çatı oldu bize. Hukuk Bülteni adıyla bir süreli yayında 3 yıl yazarlık ve editörlük yaptım. “Hz. Ömer ve Adalet Geceleri” adlı düzenli organizasyonlarımızda 4 yıl boyunca hem yazıp hem oynadığımız tiyatro gösterileri oldu. İlim adamları ve dert ehli siyasi simalara konferans verdirdik. Bu çatıdan bugün dönüp baktığımda çok önemli yerlere gelmiş insanlar çıkmış. Kamuya açık yazmaya lisede başlamıştım. Komşumuz ve okul arkadaşım merhum Enver Ören beyin oğlu Mücahit’le İngilizce bir dergi çıkardık. Tabi Türkiye Gazetesi baskı tesisleri desteğiyle. MGV’de de Millî Gazete bize sahip çıktı. Okulda aktif olunca mezun olur olmaz bizi İBB’de göreve davet ettiler. Biraz ayak sürdüm. Erbakan Hocanın başbakanlık müsteşarı yargıtay mensubu merhum Osman Kadri Keskin amcamız meslek icra etmemi, İngilizce biliyor olmam sebebiyle akademiyi de ihmal etmememi istemişti ama nasip farklı oldu. 1994’te başladığım İBB çatısı altında murakıp, müdür, danışman olarak çalıştım. Ankara’da Mehmet Ali Şahin Bey Başbakan Yardımcısı olduğunda beni de Hukuk Müşaviri olarak görevlendirdi. Onun Fatih’teki bürosunda staj yapmıştım, komşumuz ve baba dostuydu. Kocaeli Büyükşehirde farklı dönemlerde daire başkanlığı ve genel sekreter yardımcılığı ve Sancaktepe’de de 10 yıl süreyle belediye başkan yardımcılığı yaptım. 2020 senesinde Adalet Bakanlığı Adli Tıp Kurumuna başkan yardımcısı olarak atandım. 2024 yılına kadar sürdü bu görev. Zor bir bürokratik dönem başlamıştı. Biz 1998 yılında İBB Başkanı olan Erdoğan şiir okuduğu için görevden alındığında kurumda sıkıntılar yaşamıştık. 28 Şubat kuvvetleri bizi MGV’li diye fişlemiş, önümüzü kesmekle meşguldüler.
Bizi, takip edip listeleyen ve kurumda sivil savunma amiri olarak çalışan bir kişi vardı. 1. Ordu Komutanlığıyla sürekli irtibatı olan bu şahıs her nasılsa 35 sene görevde kaldı. En nihayet 15 Temmuz 2016 gecesi 1.Ordu’dan gelen darbecilere anahtarla kapıları açıp, sistem odasını işgal ettirdiği görüntüler basında yer aldı. Müebbet hapse mahkûm edildi. Oğlu da İBB’de lojistik merkez sorumlusu. Darbeden birkaç gün önce kumanya hazırlığına başlamış ve darbe gecesi sahaya inmişti. Ne tevafuk ki dün Resmî Gazeteyi okurken gördüm, Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’yle kalan cezası affedilmiş.
Az önce dediğim gibi neredeyse 28 Şubat döneminde görmediğim bir bürokratik muamele ve tahammülsüzlükle karşılaştım. Bizi 98-99 yıllarında fişleyenler iftira mahiyetinde şeyler yazmamışlardı. Doğrusunu söylemek gerekirse mürteci ve muhaliftik, yalan yok. Ama son dönem bizi fişleyenler, gördüğümüz kurumsal yanlışları söylüyor olmamızı mesele edip, siyasi ve idari muhalif olduğumuzdan tutun, Saadet Partisinden adaylık başvurusu yaptı diye bakanlarımıza, yardımcısı başsavcılarımıza ihbar ve iftira edecek kadar işi ayağa düşürdüler. Merhum babamın Mekke dönemindeki birtakım müşriklerin dürüst ve yiğitçe davranışlarını takdirle yâd ettiğini hatırlarım. Haklıymış. Çalıştığımız yerde yaptığımız işler veballi konular. Eskiler hatırlatır. Kurumda heyet başkanı olarak görev yapan merhum Prof. Ayhan Songar Hoca her toplantı bitip, dosyalar hakkında kararlar verilince, müzakereleri “Allah taksiratımızı affetsin” diyerek kapatırmış. Böyle hassasiyetler kalmadı yahut yadırganır oldu maalesef. Böyle insanlar da istenmez hâle geldi bürokraside. İtaat edip rahat etmenin, sadakat ve sorgusuz icraatın esas olduğu döneme girildi.
Bu süreçlerde çalışmanın imkânı da kalmamıştı. Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’yle görevden alındım. İstanbul dışına tayin ve birkaç kurum arasında sebepsizce gezdirildikten sonra düz devlet memuriyetime bakanlıkça son verildi. Şimdilerde ihmal ettiğim vakıf ve derneklerdeki sorumluluklarımı toparlamaya çalışıyorum. Bir Sıbyan Mektebi hayata geçirmeye Eyüpsultan’da 22 seneyi bulan Kur’an dersi halkasını devam ettirmeye çalışıyorum.

Timurtaş Hoca Vakfı adıyla kurduğumuz yapıda, Elâzığ ve Maraş depremlerinde ciddi işler yapmıştık. Tecrübeleri kurumsallaştırmaya çalışıyorum. Müslümanlar olarak son dönemlerde görünür hâle gelen bir varoluşsal anlam krizi var. Bunun sebep ve sonuçlarını tahlil etmeye ve bizden sonrakilere düz bir istikamet bırakmaya matuf çalışmalara kafa yoruyorum. Yazıp çiziyorum. Sonuçlarına katlanıyorum. Yüksek maaşlı, bol itibar ve ünvanlı kayıplar yaşıyorum, bunlar üzmüyor. Ama bu süreçlerde bir derde ortak ve bir davaya müdahil olduğumuzu sandığımız insanların tutumunu hayretle izliyor ve üzülüyorum. Merhum Timurtaş Hoca da memuriyet ve tebliğ hayatında bunları yaşamıştı.
İsterseniz en son soracağımı en başta sorayım: Rahmetli Hocamız ateşli bir vaizdi. Seveni de sevmeyeni de çoktu. Vaaz ve sohbetlerinden dolayı çok sıkıntı yaşadı mı? Takibatlara maruz kaldı mı?

Bunu belki daha spesifik bir ifade ile açıklarsak İstanbul İmam Hatip ve mezun olduğu Yüksek İslam Enstitüsü sonrası kamuyla, devlet makam ve mevkileri ile, organlarıyla karşılaştığı buluştuğu her adımda müşkilat yaşamaya başlamış olduğunu söyleyebilirim.
Bunların ilki muhtemelen askerlikle başlıyor. Belgesi olmadığı için daha öncesine girmeyelim.
Askerliğini Van Erciş’te yedek subay olarak yapıyor. Hemen öncesinde Tuzla Piyade Okulundaki eğitim birliğinde, birlikte askerlik yaptığı ve herkes tarafından çok saygı görerek eğitim subaylığı yaptırılan Bekir Ağabey diye hitap ettiği merhum Profesör Doktor Bekir Topaloğlu Hocayla da güzel eğitim günleri geçirmiş. Yine askeri yetkililerle başı ilk kez Van Erciş’te derde girmiş, askere dini tebliğ ve telkin yaparak irticai faaliyette bulunduğu için belirli süreli katıksız oda hapsine mahkum edilmiş. Bu dönemde yedek subay olduğu için rahatlıkla dışarıya çıkabilen Timurtaş Hocayı özel ev sohbetlerinden dolayı Ercişliler hiç unutmamış, uzun süren dostluğun da kapısı böylece açılmıştı.
Bu hâl gerek memuriyet hayatında ve gerekse tebliğ hayatında hep devam etmiş oldu. Yani tabiri caizse böyle başlayan bir hayat böyle devam etti ve böyle nihayetlendi. Devamında kendisinin de sık sık kürsülerde ifade ettiği gibi her yaşına mukabil ve muadil davalar açıldı. Mesela bir tanesinde “yaşım 48, hakkımda 48 tane dava var”, diğerinde bu, rahmetli olduğu seneye tekabül ediyor “55 soruşturmayla boğuşuyorum, yaşım da o kadar” gibi bir tespitini görüyoruz konuşmalarda.
Timurtaş Hoca, vefatına kadar 55 ayrı davadan yargılanmış ve hepsinden beraat etmişti. 56. soruşturması da vefatından sonra açılıp kapatılmıştır.

Onun ikinci bir ajandası asla olmamıştı. O, takdir edilmek, bir yerlere yaranmak ve menfaat elde etmek için değil yalnızca Allah’ın rızasını kazanmak için konuşmuştu. Bugün de ilgi görmesinin sebebi bu olmalı. Ömrünün sonuna yaklaştığını bilmeden faaliyetlerini hızlandıran Timurtaş Hoca, 28 Şubat postmodern darbesinden de çok zarar gördü. Takibatlar ve tahkikatlar neticesinde vaaz veremeyecek hâle geldi. Artık vazifeye devam edemeyecek duruma geldiğini hissettiğinde erken yaşta emekli oldu. Ne var ki emekliliğinin dokuzuncu ayında rahmet-i rahmana kavuştu.
12 Eylül 1980 darbesi sonrasında yargılamalar tüm ağırlığıyla yüklendi sırtına. Askeri Sıkıyönetim Mahkemesi, Ağır Ceza Mahkemesi, Devlet Güvenlik Mahkemesi gibi farklı dönemsel yargılamalarla boğuştu. Tüm bu sıkıntılar içerisinde 163. maddeye dayalı yargılamalardan, 1991 yılında merhum Turgut Özal’ın girişimiyle 163. maddenin 141 ve 142 ile birlikte kaldırılması ve neticesinde biraz rahatladı. Ta ki 28 Şubat dönemi gelindiğinde zinde kuvvetler 312. maddeyi yani Recep Tayyip Erdoğan’ı da mahkum ettikleri maddeyi kanunun satırları arasından bulup icat edene kadar…
Timurtaş Hoca 163. madde kaldırıldıktan sonra biraz nefes almıştı ve ama hiçbir zaman kabuğuna çekilmemiş, yaşadığı kötü muamelelerden dolayı da korkmamış, kimseyi de korkutmamıştı.
Takibat ve davalar sıkıntılıydı ama esas gözaltı dönemindeki işkence ve kötü muameleler daha yıkıcı oldu.
Timurtaş Hocanın ilk ifadeleri İstanbul Emniyetinin Gayrettepe’de bulunan 1. Şubesinde alındı. Burası “literatürde” (haşa) Allah yok, peygamber de izinde denilen yerdir. Onun için burada merhametten bahsetmenin de hiçbir anlamı yoktur.
Darbe günü gözaltına alındıktan sonra haber alamadığımız babamız, hayli zaman sonra adeta evimizin kapısına atıldı.
Gayrettepe’de gördüğü işkence sırasında vücuduna elektrik verilen Timurtaş Hoca, bu nedenle sağ elinin iki, sol elinin iki ve ayaklarının birer parmağını kalan hayatında kullanamadı. Annemiz bu durumu uzun süre bizden sakladı.
Babamız, yaşadıklarını diğer din görevlilerine de “korkar, çekinir irşadı hakkıyla yapamazlar” diyerek uzunca süre anlatmadı.
Gayrettepe 1. ve 2. şube vardı meşhur. “Teşkilatı Mahsusa’dan önce Osmanlı’da 1. şube vardı ve istihbarata bakardı.” diyor bilenler. Osmanlı’dan bu yana 1. şube deyince akan sular durur, zira devletin gizli istihbarat işleri, devlet düşmanlarına karşı kontra işler buradan yönetilirmiş.
Burada kendisini 15 günde işkencenin her türüne tabi tuttular. Orada işkence gören birisi olan ve yıllar sonra beni çalıştığım kurum İETT’de ziyarete gelen Mustafa isimli bir Erzurum’lu ülkücü Ağabey şöyle anlatmıştı: “Hepimize elektrikle çok ağır işkence ediyorlardı. Hocamıza da aynı şeyleri yapıyorlardı. Parmaklardan cereyan vererek bazı şeyleri itiraf etmeye zorlanmıştık. Bir gün benim sorgu sıram Hocamdan sonraya kaldı. Bana da hayli yüksek voltajda elektrik verdikleri ve bazı cinayetleri kabul etmek istemediğim ve zorlandığım için çok sıkıntılı geçti. Geri kodese geldiğimde baktım ki Hocam iki elinin arasında bir şeyi tutmaya çalışıyor. Bir demir bardakta kendisine polis memurlarından bir tanesinin gizlice verdiği çayı bekletmiş. Bana aynen şöyle dedi: Mustafa kardeş, sen Erzurumlusun, çayı seversin, soyuk-moyuk ama al-iç, inşallah şifa olur. Ben orada içtiğim çayı asla unutmam, Hocamı da. Onun için sizi ziyarete geldim, size bir çay borcum var…” Gittik İstiklal Caddesi, Mis Sokakta çayları içtik veraseten ve vekâleten.
Merhumun çok özel hapishane arkadaşlarından biri de Ermeni asıllı kardiyolog Doç. Dr. Vart Şigaher’di. 94 yaşındaki Vart Hoca 2020 yılında vefat etti.
Şigaher Hoca, 1926 yılında Beşiktaş’ta doğan, İstanbul Tıp Fakültesi’ni bitiren, kardiyolog olarak da mesleğini sürdüren bir doktorumuz ve merhum babamın da hapishane arkadaşıydı. Şigaher aynı zamanda iyi bir edebiyatçıydı ve eserler de kaleme almış. İstanbul Ermeni basınında Agos’ta çalışmış. Şigaher duyarlı ve sosyal birisi olarak tanınan bir kişiydi. Birçok kez patrik seçimlerinde delege seçildiğini öğrendik. Dr. Şigaher evli ve iki çocuk babasıydı. Şişli’deki muayenehanesine rahmetliyle birçok kez gitmiştik. Son görüşmemiz de iki sene kadar önceydi. 1980 Darbesinin insanlarımızın hayatlarını nasıl parçaladığını ama bir olan yaratıcının da kalpleri bu şartlar altında bile nasıl birleştirdiğini görmek bakımımdan ibretlik bir hikayedir babamızla olan arkadaşlığı. Vatandaşlara elektrikle işkence edilen “resmî kurumlarda” kurulan dostlukların kuvveti bile ruhen, tek başına bu ülkeyi barış içinde birlikte tutmaya yeter. Şartlar ne olursa olsun, bu ülkede bu bağa ihtiyacımız var.
“DİNLER DEĞİL, DİNDARLAR ARASI DİYALOG olur” derdi merhum babam.
Babadan gelen bu dindarlar arası diyalog hatırasını da anlatayım bu vesileyle. 80’li yılların ortası. Babamla birlikte Fatih’ten otobüse binip Şişli’de indik yine. Girişinde, “Dr. Vart Şigaher- Kalb ve Dahiliye” yazan lüks bir apartmana vardık. İsmin farklı oluşu dikkatimi çekmişti. Çıktık yukarı. Dr. Vart hararetle kucakladı bizi. Orta boylu güler yüzlü bir adam. Hâl hatırdan sonra muayene etti babamı. Ben dışarıda bekledim. Uğurlarken tekrar seslendi babama. “Bu cereyan illeti herkeste farklı bir arıza bırakıyor. Bende de var ama sen de yediğine içtiğine çok dikkat et…” Her ikisine de elektik vermişler Gayrettepe’de. Dışarı çıkınca merakla sordum. Kimdi bu adam ve nereden tanıyordu babam? Hapishane arkadaşıyız dedi. Aynı sıkıntıları ve işkenceleri çekmiş, Selimiye’de de beraber kalmışlar. Niye hapsetmişler ki deyince “aşırı dinci Hıristiyan” diye içeri aldıklarını söylemişti. Bir Müslümanın, gayrı müslim ve Ermeni bir kişiyle kurduğu bu bağ garibime gitmişti. Tabii Hz. Yusuf’un hapishane arkadaşlarını öğreninceye kadar.
Babamla aynı hücreye koyarken de, “ikiniz de aşırı dincisiniz ya anlaşın artık” demişler. Babam onunla her görüşmesinde, “yahu Hocam bak şu dünyada iyi günde, dar günde beraber olduk. Gel bizim tarafa ki öteki hayatta da aynı yerde olma imkânımız olsun” diye takılırdı. Birkaç yıl önce merhumun telefon defterinde eski muayenehane telefonunu görünce aklıma geldi. İzini bulmak için Milletvekilimiz Markar Esayan Beyi aradım. Sağolsun onu tanıdığını söyledi ve irtibat kurmamı sağladı. Telefon görüşmemizde Vart Hocanın sevinci görmeğe değerdi. “- Kuzum ne iyi ettin, aradın dedi. Babanla çok güzel hatıralarımız oldu. Yattık hapis beraber. Askerlerden bazen babanı tanıyan çıkıyor, el altından üzüm, peynir, ekmek getiriyorlardı. Baban hemen bana ikram ediyordu, hiç unutur muyum iyiliklerini” diye anlattı uzun uzun. En son kapatırken “ben ondan razıyım, haklarım helal olsun” diye de ekledi. Hiç zorlayıcı olmadan, kırmadan davete de üslubunca devam etti babam. İster Müslüman, ister Hrıstiyan, ortak düşmanımız inançları yok sayan ve zulmedenlerdi.
Gayrettepe’de bu sıkıntıları uğradıktan sonra yüzlerce insanla beraber kendisi Selimiye Kışlası’nın birkaç kat altındaki mahpushaneye konuldu. Orada yaşadığı bir hadiseyi de 12 Eylül döneminden önce Beyoğlu bölgesinde resmi imam hatiplik yürüten Halveti Piri Kasım (Yağcıoğlu) Baba şöyle anlatmıştı bana:
“Darbeden bir süre sonra beni, evin önüne gelen bir cemse (jeep) ile iki asker gözaltına aldı. Selimiye Kışlası’na götürüldüm. Kışlanın altı hapishane üstü askeri karargah olarak düzenlenmiş. En yukardaki komutan odasına çıktık. Orada darbenin kuvvetli isimlerinden 12 Eylül’ün 1. Ordu Komutanı Necdet Uruğ isimli bir paşa var. Beni epeyce beklettiler, daha sonra başkaları çıkınca komutanın yanına girdim. Elinde bir takım isimlerin yazılı olduğu bir liste vardı. Bana dönerek şöyle dedi:
– Şu listeye bir göz atar mısın Hoca!
Listeyi inceledim, hemen hepsi tanıdığım din adamları, tasavvuf erbabı ve söz sahibi insanlardı. Listenin birinci sırasında da merhum Timurtaş Hocanın ismi yazıyor. Tanıyorum yahut tanımıyorum diye herhangi bir yorum yapmakta tereddüt ettiğimi görünce Paşa dedi ki, “bak Hoca, ne için tereddüt ettiğini anlıyorum, ancak şunu bilesin ki biz bu listede var olan adamları asmayacağız. Çünkü cumhuriyet kurulurken vaktiyle bir zaman hocaları asmışlar. Ordunun adı da gavur orduya çıkmış. Bugün bunu yapacak değiliz ancak bu listede isimleri tespit edilmiş olan adamlara da hangi tür, ne kadar ceza vereceğimizi bilebilmek açısından bunları senden bilirkişi olarak öğrenmek istedik, Şimdi sen bize bunların hangisinin siyasi partilere bulaşmış olduğunu, hangisinin parayla pulla işi olduğunu, kimin dış mihraklı, hangisinin silahla-bıçakla işlerinin olduğunu söyle ki bizde ona göre iyiyi kötüden ayıralım…!

Belki birilerine faydam dokunur diye çaresiz bilirkişiliği kabul ettim. Beni yan taraftaki odaya aldılar.
– Sırayla çağıracağız hazır olun dediler. Kısa bir süre sonra Timurtaş Hoca olduğuna sonradan kanaat ettiğim, sakalı ve saçı kesilmiş olduğu için de tanıyamadığım birisi geldi.
İsmini söylediler de o zaman anladım kendisi olduğunu.
Hocamız, Beyoğlu yani benim bölgede senelerce cumartesi günleri vaaz etmişti. Benim yanımda sorgulamaya başladılar. Sorulan sorulara cevap veriyor ancak başını yerden hiç kaldırmıyordu.
Birkaç soru sonra, şu karşıda duran kişiyi tanımıyor musun diye beni işaret ettiler.
Hoca bana bakıyor ama tanımıyordu. Bir kez daha tekrarlayınca, ben ismimi görev yerimi söyleyip Hocam “beni hatırlamadın mı” dedim.
Timurtaş Hoca, “vallahi göremiyorum kusura bakmayın” dedi. Ben bunu Timurtaş Hocanın beni korumak için yaptığı taktik bir hareket, tanımazdan gelme gibi anladım ama durum öyle değilmiş.
Odada hazırda bulunup ifade alan binbaşı bana dönerek, “Hocanın dediği doğrudur, bir haftadan fazla yeraltında karanlıkta kalanlar görme yeteneğini geçici olarak kaybediyor, bir süre sonra geri gelir siz devam edin” dedi.
Neyse onlar soracakları soruları sordular, Hocanın da gözü açıldı selamlaştık tekrar alıp götürdüler.
Ben orada bana sorulan hocalarla ilgili Allah için aleyhlerine olacak şeyleri dile getirmeden, kurtarmaya gayret ettim elhamdülillah.
İstanbul Sancaktepe‘de görev yapan ve Yenidoğan‘da bir kurs müdürü olan Mustafa Hocamız da o dönem Selimiye Kışlası’nda mahkemede yazıcı olarak çalışmaktaymış. Kendisi bana şöyle anlatmıştı:
Annenizi ve yanında oğlunu yani muhtemelen seni günler boyu kışlanın önündeki bekleme noktasında çadırlarda görüyordum. Başörtülü bir insanın çaresizce gelip gitmesinden rahatsız oldum.
Ancak uygun bir vakti kollayarak birkaç hafta sonra, “ablacığım siz buraya sürekli geliyorsunuz, hayırdır sizin burada ne işiniz var, bu teröristlerin arasında?” diye sordum.
Mevlüde Hanım bana, eşinin hoca olduğunu, falanca görevi yaptığını, nerede olduğunu bilmediklerini, 15-20 gündür aradıklarını ifade etti. Ben de de imam hatip talebesi olduğumu, pazar günleri de çarşı izninde Timurtaş Hocayı dinlediğimi söyledim. “Ben onu bulacağım” dedim. Hakikaten de araştırınca kayıtlarda başka bir isimle kaydedilmiş olan Timurtaş Hocayı nezarethanenin en dibinde bulup, geri geldim. Anneniz bana, “bir ihtiyacı var mı?” diye elinde eşya dolu çantayla geldiğini söyledi. Bilahare manşetinde sabit kalemle gizli not yazılmış o gömleği getirdim. Tutuklama süresi, hak arama özgürlüğü gibi hiçbir hakkın bulunmadığı ve mümkün olmadığı bir sistemde aylar boyu bu hukuksuz tutukluluk sürdü maalesef. Nihayet arkasında hiçbir örgüt, siyasi parti, dış destek, irtibat ve istihbarat bulunmayan ve bulamayan cunta yönetimi Timurtaş hocayı tahliye etmek zorunda kaldı…
Sorunuz dolayısıyla cevap da vermiş olayım. Daha vahim daha enteresan bir durum var. Bazı soruşturmalar öldükten sonra da sürdürülmeye gayret edildi. Yani nasıl oldu diyeceksiniz. Kişi ölümle beraber tüm hukuki ve cezayı sıfatlarını kaybetmez mi? Kaybetmedi merhum. Mesela biz defin için izin almaya çalıştığımızda, yani resmi makama başvurduğumuzda ki vefat haberi gelince evimiz İstanbul Emniyet Müdürlüğüyle bitişik çünkü, bazı insanların hani toplanmış gelmiş olması dolayısıyla emniyette hemen bir alarm oldu. Ekipler evimize gelerek ziyaret edip bize nasıl bir cenaze töreni icra edeceğimizi, hangi yollardan geçeceğimizi, Namazı nerede kıldıracağımızı, defin işlemlerini nerede yapacağımızı, tüm bu süreci kendileriyle koordine etmemizi ve verilecek izin dâhilinde, onay dâhilinde yapmamızı, aksi takdirde doğacak tatsızlıklardan, medyana gelecek hadiselerden sorumlu olmayacaklarını ifade eden bir emniyet tedbiriyle karşılaşmış olduk.

Böyle olunca biz de o anın verdiği şaşkınlık çünkü hani görece genç yaşta meydana gelmiş, beklenmeyen ve yurt dışından görevlerden geldiği süre sonrasında medyana gelmiş bir vefat.
Bir şeylere karar vermeye çalışırken, İşte merhum Erbakan Hocamızın da kabrinin bulunduğu Topkapı tarafındaki Merkez Efendi Mezarlığına defnetmek istediğimizi söyledik.
Böyle olunca tabi orada bir izin meselesi gündeme gelmiş oldu. Arkadaşlar oraya bu gömü işlemini yapabilmemiz için resmî makamlardan izin almamız, defin ruhsatı çıkartmamız gerektiğini ifade etti.
Ama akabinde baskıya başaldılar. İl Emniyet müdür yardımcısıymış. Bir merasim düzenlenmesinin doğru olmayacağını, cuma namazı sonrası değil de başka bir vakitte, ve başka bir güzergahtan geçirilerek son vazifenin yapılması gerektiğini ifade ettiler. Tabiri caiz ise güvenlik soruşturması ve buna bağlı engelleme vefattan sonra da ortaya koyulmuş oldu.
Biz de şahsen dönemin koşulları içerisinde ne kadar itiraz edebilirdik. Sonuçta ortaya çıkan görüntü şu oldu: Biz istediğimiz camide Fatih’te ve öğlen vakti cenaze namazımızı icra ettik. Ama tüm sürecin devamı binlerce polisin katılımıyla geldiği, çok ciddi bir emniyet tedbiri zinciri ya da kontrolün altında onlar tarafından icra edildi. Yani kabristana kadar tabutu omuzlamak isteyen 10 binlerin olduğu bir yerde zorla araca bindirildik. Araç şoförüne hızlıca intikal etmesi talimatı verildi. İnsanlar aracın yanında yürüyebilmek için, bir ömür davasına yol tuttukları insana son kez yol arkadaşlığı yapabilmek için araca tutundular. Araç gitmiyor, adam gaza basıyor tekerleklerden dumanlar çıkmaya başladı, Fevzi Paşa caddesi üzerinde, önündeki insanları çiğneyecek, yanındaki insanları silkeleyerek dökecek. Müdahale ettim, bırakın Allah aşkına, çekip gidelim, şuradan demek durumunda kaldık. Sessiz sedasız gömdük birkaç insanla.
Olaylar pek orda da bitmedi. Yine içi evrak dolu dosyalar arasında sessizce gezindiğim bir gündü. Büyükşehir Belediyesi ana binasında bulunan odamızda rahmetli Hamza Kul kardeşimle çalışırken. Odaya hiç de alışık olmadığımız mahcup bir hâl içinde iki resmi polis memuru girdi. “Yusuf Uçar beye bakmıştık” dediler. “Buyurun arkadaşlar, bir konu mu var” diye sorarken yer gösterip oturttum arkadaşları. “Bir evrak mevzusu vardı. Birkaç birim dolaştık. Sizi bulduk. İmzanıza ihtiyacımız var” dediler. “Hayırdır ne evrakı” deyince bu kez hepten sıkılarak anlatmaya başladılar. “Avukat bey biz birkaç kez sizin ailenize ait ikametgahlara gittik. Fatih ve Çekmeköy’de babanızın bulunma ihtimali olan yerlere gittik. Mahallede yaptığımız araştırma neticesi semt sakinleri – oğlu belediyede çalışıyor dedikleri için çıkıp geldik. Biraz maceralı oldu ama sizi bulduk” dediler. Merakım hepten artmıştı ki önüme bir evrak bıraktılar. İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi başlıklı yazıda, Ankara’nın kudretli başsavcısı Nuh Mete Yüksel tarafından yürütülmekte olan bir soruşturma kapsamında Timurtaş Uçar’ın ifadesinin alınmak üzere adliyeye sevk getirilmesi talimatı vardı.
Hayatta yaşadığınız zaman ve mekânın gerçekliğinden emin olmadığınız anlar vardır ya, onlardan birinin içindeydim adeta. “Fesubhanallah” dedim içimden, “ya sabır!”
Tam cümleye başlayıp evrakta adı geçen kişi ifadesini verip dünyadan ayrılalı haftalar oldu diye cümleye başlayacaktım ki mahcup memur arkadaşlar söze girdiler. “Ama burada öğrendik ki kendisi rahmetli olmuş. Başınız sağolsun. Bizim üzerimizden de ağır bir yük kalkmış olacak eğer sizden bir ölüm evrakı, yahut mirasçılık belgesi varsa alabilirsek…”
Ben vefatının gazete ve televizyon haberlerine yansıdığını, ayrıca vefatı devlet hastanesinde vuku bulduğu için kolaylıkla raporlara ulaşabileceklerini filan anlatmaya çalışsam da memur arkadaşlar bir belge ve imzayla işi sağlama almaya kararlıydılar.
Veraset kararını çıkarmıştım Allahtan onu verdim. Tebligata imza atıp kimlik fotokopimi ekledim. Memur arkadaşları çay içirip gönderdim.
Her şey tamam da niye mahcuptular anlamaya çalışırken koridorun öteki ucundaki odasından gelen Meclis Müdürü Mahmut Ağabey girdi içeri. “Gitti mi memurlar?” diye sordu. “Evet Abi” dedim, ama niye öyle garip geldiler, kaçar gibi gittiler anlamadım. “Yahu önce bana geldiler” diyerek anlatmaya başladı. Meğer güvenlik görevlisi arkadaşlar biraz zaman kazanmak ve durumu anlamak için memurları bizim birime komşu olan Mahmut Beyin olduğu tarafa yönlendirmişler. Mahmut Bey de beni aradıklarını öğrenince gelenleri oturtup durumu öğrenmeye çalışıyor. “DGM’den getirdikleri savcılık evrakını çıkarınca şok oldum” dedi. Daha sonra aralarında şu diyalog geçmiş:
-Memur arkadaşlar bu arama kağıdındaki kişiyi bulursanız ne yapacaksınız?
– Savcılık ifadesini istiyor onun için adliyeye götüreceğiz.
– Peki şimdi yakınlarını da onun yerini öğrenmek için arıyorsunuz o hâlde.
– Evet
– Hiç zahmete gerek yok. Ben size yerini tarif edeyim.
– Ha öyle mi, biliyor musunuz siz?
– Tabi yahu bulunduğu yere kadar bizzat götürdük arkadaşlarla.
– Öğrenelim o zaman
– Şimdi buradan çıkıyorsunuz, Edirnekapı’ya oradan da Topkapı tarafına sur dibinden
yürüyorsunuz.
– Evet.
– Merkez Efendi, Kozlu Mezarlığı diye bir yer var. Oraya giriyorsunuz. Mezarlık girişinde bir kulübede görevliler var. Timurtaş Hoca nerede diye sorarsanız onlar size hemen gösterirler. Boşuna oğlunu aramayın.
– Mezarlıkta mı kendisi nasıl oluyor, şaka yapıyorsunuz herhalde?
– Olur mu kardeşim, sizi gönderen başsavcıya göre bu cumhuriyetin en büyük sıkıntısı irtica değil miydi? Yobazlar, gericiler en amansız düşman değiller mi? İşte devleti kurtarmanın tam vaktidir. Çıkarın yattığı yerden. Savcı bey alsın ifadesini. Versin mahkeme kararını, bu kez idam edin, rejim de kurtulsun, cumhuriyet de rahatlasın, adliye de emniyet de bir oh çekip rahat nefes alsın kardeşim, yapın bunu. Öyle bir adamın ecelini Allah’a bırakmayın!
Bu sözleri işiten polis memuru arkadaşların mahcup hâlde beni bulmaları ve sade bir evrak isteyerek ayrılmak istemlerinin nedeni buymuş.
Timurtaş Hoca uzun dönem yargılanmış ancak herhangi bir sabıkası da bulunmamıştı. Fikir özgürlüğü ve ifade hürriyetinin bu kadar yok olduğu dönemde hukuk fakültesi hocalarının aleyhe mütalaaları ve raporları, mahkemelerin de tarafgir davranışları, bir insanın ömrünü 56 yaşında tüketecek hâle getirmiştir. Bu dönemlerin tamamında Timurtaş Hocanın gördüğü şey şudur:
Devletin ve milletin birliğine ve dirliğine kasteden her görüşten insan vardır. Bunların bazısı sol görüşte olduğu gibi bazısı da sağcı görünümü altında insanları ifsad etmektedirler. Timurtaş Hoca hayatı boyunca asla devlete söz söyletmemiş, devlet nizâmını, “ya devlet başa, ya kuzgun leşe” olarak ifade etmiş ve bozuk devlet nizâmından şikayette bulunarak insanları bu bozuk nizam hususunda uyarmış ve yetkililer dahil olmak üzere herkesi düzelmeye davet etmiştir. Coğrafyadaki ingiliz ifsadına çok sık dikkat çekerdi. İran konsolosluğu önünden geçerken tarihi kavgamızı anlatır ama yine de Müslüman diye Osmanlı bunları yanında, sur içinde tutmuş, bak bütün büyük devletler bile Pera’da derdi.
Timurtaş Hoca irşad vazifesi ile ilgili konularda kendisini geri bırakacak milletvekilliği dâhil hiçbir görev, ücret, makam teklifini de kabul etmemiştir. Kendisine yakın arkadaşları dâhil çok kişi, “var olan nizamla güzel güzel geçinmesini” tavsiye etikleri gibi, “neden uğraşıyorsun, gel bak bu işlerden elini eteğini çek, müftü ol, diyanet işlerinde farklı idari görevler al” şeklinde iyi dileklerde bulunmuş ise de kendisi, “benim kürsüme karışmayın, ben sizden hiçbir şey istemiyorum” diyerek özellikle 12 Eylül den sonra gelen teklifleri de reddetmişti.
Özellikle idari görevlerin müftülük vazifesi ile beraber istenmeyen bazı mecburi sonuçları olmasından hareketle bu teklifleri de reddederek kürsülerde kalmayı tercih etmiştir. Buna mukabil idari soruşturmalarla bozulan memuriyet sicili müftü vekilliğinden, bölge vaizliğinden düşe düşe kendisini müezzinlikten emekli olmaya kadar da sürüklemiştir. Yaşadığı hayatta kendisine yargılamalar esnasında çok sıkıntı veren bu kasetler yani “tapeler” aslında vefatından sonra tam tersine bir dönem yasaklanmış olsalar bile, çok büyük bir hizmete vesile olur. Rahmetli yargılandığı dosyaları atmaz saklar ve “bunlar benim ahirette beraatimdir” der. Kasetler vefatından sonra özellikle de internet çağı ile beraber elden ele dolaşarak yayılarak irşat vazifesine devam etmekte.

Kıymetli valideniz Mevlüde Uçar Hanımefendi bir röportajında, 12 Eylül Döneminde sabah alınıp iki aya yakın kendisinden haber alınamadığını, bir gece eve geldiğinde ise kendisini tanıyamadığını söylemişti. Babanızın bu yaşadıkları size, aile fertlerine, nasıl yansıdı. Hane halkı olarak kimler vardı, neler hissettiniz, yaşadınız…

Hisler üzerine hayli konuşma yapılabilir, görece olduğu için tartışılabilir de. Hissetme subjektif ama teşhis etmek, tanılamak objektif bir insan davranışıdır. Birkaç ay sonra babamız eve döndüğünde evin orta yerinde gece vakti bize bakan adamın kim olduğunu iki kardeş tanıyamadık. Bir duraklama sonrası kendisi konuşmaya başlayınca teşhis ettik. O zamandan sonra bildim ki insanın fiziki görünümü değişse de karakteristik sesi değişmiyormuş. Sesinden teşhis ettik babamızı. Ve belki de onun hiçbir şart altında susmak istemeyişinin sebebi buydu. Sesi kesildiğinde ölmüş, değiştiğinde de artık kendisi olmaktan çıkmış olacaktı.
Yaşananların bize nasıl yansıdığı bahsine gelince, mahallede sokakta oynayan çocuklardık. Bir odaya çekilip elde tabletle dünyayı gezen değil. Baskın yemiş, saatlerce aranmış, çuvallarla delil ve ev sahibi gözaltına alınmış bir evin çocuklarıyla kimse arkadaşlık etmek istemez, komşular mesafeli durur, herkes bir ihtiyat payı bırakır oldu. Okullar yeni açıldı. Yaz ödevi vermişti öğretmenimiz, benim ödevim demokrasi ve laiklikti. Ben de babama sorarak hayli güzel olduğunu düşündüğüm bir çalışma yapmıştım. Kapaklı filan. Herkesin ödevini alan ilkokul öğretmenim benimkini alıp baktı, sonra son ders çıkışında çağırıp senin vermene gerek yok diyerek geri verdi bana. Belli ki kapsamını görünce baba desteğini aldığını anladığı dönem ödeviyle işlenen suça ortak olmak istememişti.

Merhumun tutuklu olduğu günlerin birinde paltosuyla bir adam evin kapısına geldi. Anneme bir şeyler söyledi kısık sesle. Sonra bir şeyler gösterdi, içeride anlatması gerektiğini söyledi. Annem de misafir odasına aldı. Komiser kolombo gibi bir adam. Cebinden beş tane pasaport çıkarıp sehpaya koydu. Bakın deyince annem tek tek baktı. Hepsinde aile fertlemizin resmi, adı ve kimlik bilgileri var. Dedi ki hocamız size selam söyledi. Bu pasaport ve yurt dışı vizelerini hazırladık. Sizleri buradan kurtarıp avrupaya çıkaracağız. Edirne üzerinden kara yoluyla geçeceğiz. Hocamızı da gayrettepe şubeden gözaltından sevk edileceği Selimiye Kışlasına giderken sizin yanınıza katacak ve hepinizi bu sıkıntıdan kurtaracağız dedi. Hemen bir çanta bavul yapın çıkalım dedi.
Annem bu işlere Malatya ve eski soruşturma zamanlarından hayli tecrübeli olduğu için zaman kazanmak maksatlı “nasıl hemen çıkalım, sağdan soldan alacaklarımız var, bankadan Hocanın maaşını bile çekemedik, az üst baş eşyası toplayalım, evin anahtarını eşyayı da bir yakınımız verelim” dedi.
Adam surat astı ama tamam dedi “yarın sabah burada olacağız arabayla, kimseye birşey söylemeyin” dedi çıktı. Annem İsmailağa cemaatinde Albay Baba olarak bilinen subay emeklisi bir büyüğümüzü aradı. Sonra samimi bir Müslüman olan polis İbrahim abiyi aradı. Şifreli konuşmalarla “çocuğun ateşi çıktı” dedi. Bu problem var demekti. İbrahim abi “tamam ben nöbet çıkışı ateş düşürücü alır gelirim” demiş, gece saatinde geldi. Annem olanları anlattı. “Aman, bu MİT’in içindeki karşı istihbarat işi bir operasyon. Sakın inanmayın. Albay Babayla biz yarın buna bakarız” dedi.
Sabah oldu Albay Baba eve geldi erkenden. Sonra malum adam geldi. İçeri girip Albay Baba’yı görünce suratı asıldı. “Kimsenin haberi olmayacaktı” dedi. Annem, “yabancı değil dayım, anahtarı vereceğiz” dedi. Albay Baba evraklara baktı. Beni çağırdı. “Yeğenim bakkaldan git ekmek al” dedi, bana göz kırptı. Kapıdan çıkıp aşağı indim. Kardeşini de yanına al dedi. Biz inince aşağıda pusuya yatmış polis İbrahim amca bizi tuttu. “Ekmek almaya mı gönderdiler” dedi “evet” dedim. “Tamam, bakkala gidin durun orda” dedi. Kendisi apartmana daldı.
Yukarı çıkmış hızla salona girmiş. Adamı kıskıvarak çevirmiş elinde silahla. Sen kimsin filan derken adam kimlik çıkarıp ben istihbarattan falan diye kemküm etmiş. Palto cebinden pasaportları çıkarmış. “Bak, hepsi orijinal, devlet mührü. Konu bizde” demiş. İbrahim abi kapıları kapatmış. Dışarı ses sızıyor. Bağırışıyorlar aralarında. “Sen işine bak biz burayı gözetim altında tutuyoruz. Gelen giden tesbit edip suç ortaklarını yakalamak için akşam sabah yatıp kalkıyoruz sen hayırdır bizim işi mi bozuyorsun” demiş.
Adam, İbrahim abinin kimliğini görünce, “gününü göstereceğim sana” deyip çekip gitmiş. Biz yukarı çıktık sonra. Anneme, “sakın bunlara inanmayın. Kim bilir Meriç’te mi sahilde mi kaçarken yakalandılar yahut vuruldular deyip çoluk çocuğu hem hain edip hem infaz edecek namussuzlar. Yine bir şey olursa şifreli haber edin” dedi, çıktı nöbetine Gayrettepe 1. Şubeye gitti.
Bu insanlarla yetiştik. Yaşımız hepi topu 10 yahut 11…
Bunlar gibi hayli fazla ilginç, garip, riskli ve adrenalin dolu hatıralar anlatabilirim ama bu süreçlerde yer alan insanlar unutuldu diye içim cız ediyor… Burada olduğu gibi zor zamanlar, devlet kademesinde kimseler yok. Şimdi bakıyorum içişleri bakanı, vali, alay komutanı, başsavcı, il emniyet müdürü, istihbarat başkanı bizden önce camiye geliyor. Ama billahi tamamı polis İbrahim amcayla Albay Baba’dan daha kritik değil…
Bu zorlu dönemde sizlere destek olan kurum ve şahıslar oldu mu? Bugünden bakınca nasıl değerlendiriyorsunuz?

Beklenenin çok aksi oldu. Az sayıda dost kaldı. Çoğu hemşehrileri. Epeyi Malatyalı, Eğinli, El-Azizli. Zenginler “malım mülküm tezgâhım zarar görür” diye uzak kaldı. İleri gelenler “vakfım, derneğim, dergâhım zarar görür” diye uzak kaldı. Bekir Berk Bey avukat olarak geldi gitti. Az sayıda cesur avukat abimiz vardı. Kirasını düzenli ödediğimiz ev sahibimiz İskendepaşa Mahallesine gelip o ayın kirasını istemediğini, çıkmamızı istedi. Beni de irticadan tutarlar dedi. Kimin evinde yapmış bu işleri diye sorarlar dedi. Hâlbuki zengin bir kuyumcuydu.
Gittiği her yerde de küçük küçük cemaatlerle, minik gruplarla sohbet ve irşada devam eden Timurtaş Hoca Beyoğlu’ndaki Ağa Camiinde (İstiklal Caddesinin ortasında) verdiği vaazlar döneminde, pavyon bekçiliği yapanlar içinden, ara sokaklarda kötü işlerle uğraşan insanlar içinden enteresan isimler bilahare onun en zor zamanında yanımızda oldu.
Bunlardan biri olan gazino fedaisi Kasımpaşalı Bıçkın Celal, (bodyguard) Timurtaş Hoca ile çok enteresan hikayeleri vardır. Timurtaş Hocanın görev yaptığı dönemde de ’56 model Chevrolet arabasıyla hem şoförlüğünü hem de korumalığını yapan bu abi, o dönem meşhur bir ses sanatçısı ile evliydi.
Timurtaş Hoca tutuklanıp herkesin bizim evden kaçtığı dönemde birkaç gün sonra evimize gelip bizi soran, eksik bir şey var mı deyip gidip tüp getiren adam Celal abiydi. Apartman kapısına gelişi arabayı iki sokak öteye park edişi, etrafı kollayarak gelip casus filmlerindeki gibi benimle şifreli konuşması küçük yaşta yaşadığım büyük bir tecrübeydi.
Çokça müntesibi olan, hayli ticari ve siyasi etkisi olan bir dini cemaat liderinin eşine ev ziyaretinde validemiz, hocanın yaşadığı ağır işkenceleri anlatınca “günahlarına kefaret olmuştur, demek ki vebali çokmuş temizlemiş Allah” deyince hayli üzülmüştük.
Destek olması beklenenler takibata uğrayıp kim vurduya gitmemek için uzak durdular. Haklı olabilirler ama mesela Üsküplü Zekeriya Amca her daim eviyle ailesiyle bize sahip çıktı. Mekadonya’dan göçle ve sürgünle gelmiş bu insanların bizim hâlimizden anlaması daha kolay oldu sanıyorum.
Babanızın popüler olduğu o dönemde cemaatin, çevrenizin size bakışı, değerlendirmeleri nasıl olurdu? Resmi zevatın rahatsızlığı yansır mıydı?
Maalesef ilkokul dâhil eğitimde devlet kurumları yahut diğer resmî kurumlarla ilişkide sorunlar yaşadık. Üniversitede bir hocamız, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği yöneticisi, daha sonra adalet bakanı da olan birisi kaç sınavda beni bırakarak zorluk yaşattı. Ben ve merhum kardeşim askerlikte faklı sınamalar tabi tutulduk. Hukuk fakültesinden ilk mezun olduğum dönemde hemşehrimiz Mehmet Ağar Bey içişler bakanıydı. Kaymakamlık sınavına girip yazılıyı kazandım. Mülakatta elendim. Düşünün ki Mehmet Bey’in referansına rağmen üstelik bakanken. Arşiv araştırması ve güvenlik soruşturması sonucu irticai fikirler, Millî Görüş irtibatı var denilmiş. Sonra Şevket Kazan abimiz adalet bakanı oldu. Bu kez hâkim savcı sınavına girdim yine. Yazılıyı kazandım. Babamla Bakan Bey’i ziyaret ettik. Hayatta sadece bir kez babam benim için iş başvurusunda ricacı oldu o zaman. Onun dışında işe girip çıkarken haberi bile olmazdı. Yazılıyı geçmiştim zaten. Sözlü mülakat çok keyifli geçti. Herkesi terlettiler. Bana soru bile sormadılar. Baban ne iş yapar dediler. İmâ ettiler aslında sonucu. Gencim hayra yordum. İki hafta sonra güvenlik soruşturması, esaslı tercih edilemediğim yazısını polis amcalar eve getirdi. Onlar bile mahallede olumlu referans olmuşlar MİT’e aslında. Polis abi kapıda şu zarfı açıp baksana ne diyor dedi. Onların yanında açtım. Kendisi baktı, okudu. Yüzü asıldı. Bak delikanlı dedi sakın bizim mahallenin karakoluna vebal yükleme, düşman da belleme dedi. Meğer saha araştırması için onlardan da gelip sormuşlar. Onlara “semtin en efendi çocukları, evden fakülteye, fakülteden eve gider gelir, örgüt, gece hayatı, serserilik yok dedik filan dedi. Babandan sebeptir dedi.
Zaten bizim evin karşı köşesi emniyet müdürlüğü, çaprazı bizim karakol. Haftada bir gün celp kâğıdı getiriyorlar, iyi biliyorlar aileyi.
Buna yakın pek çok anı var. Oysa adli sicil kaydımız tertemiz. Kolsuz hâkim, camianın kahramanı Ali Galip hâkim abimiz bile bana temiz kâğıdı vermiş okul kaydında.
Babamın ismiyle bir yere gelmeyi bırakın, binde birlik dilimle girdiğim lisans ve yüksek lisans fakültelerinden mezun birisi olarak hep yüzümüze vuruldu. Hukuk mezunu olarak doğal çalışma kurumu olan adalet bakanlığına babamın avukatlığını yapmış Şevket amca zamanında giremedim ama bir başka milli görüşçü Bakan Abdulhamit Gül Bey beni 2020 yılında bakanlık kadrosuna kattı. Allah razı olsun diye dua ederiz hep. Gerçi sonu da gelmedi. 2024 yılı ağustos ayında kardeşimin vefat ettiği hafta cenaze ve taziye işleriyle uğraştığım hafta benim de adalet bakanlığındaki memuriyetimi sona erdirmişler. Bakanlığımıza bu tarihi sıra dışılığı, doku uyuşmazlığını düzelttikleri için de teşekkür ediyoruz!
Merhum Hocamız sizlerin eğitimiyle ilgilenebildi mi? Aile ortamında nasıl bir babaydı?
Uzun tecrübeler sonunda gördük ki din kültür ve ahlak bilgisi eğitimi nazari değil tatbiki, soyut değil somut, kâğıtta değil hayatta, okulda değil ailede ve sokakta deneyimlenerek, testlerden de geçerek elde edilebilen bir değerler manzumesi. Davranışa ve hatta reflekse dönmeyen, uygulama üretmeyen bir eğitim şahıslarda ömürlük söylemler yahut istismar edevatı hâline gelmekte. Üstelik bu durum şucu bucu demeden her kesimde yaşanan bir problem. Bir de bizim camiada buna ilişkin bir özeleştiri delillendirildiğinde hemen bir öteki bulunularak onun tel’ini ile kendimizin taltifi hâli var ki evlere şenlik. Neyse ki bu durumlar için elimizde sağlam bir replik var. Ömer Muhtar filminde, onlar bizimkilere zulmettiler diyerek İtalyan savaş esirlerine kötü muamele teklif edildiğinde diyor ki Ömer Muhtar, “fakat bizim öğretmenimiz Hz. Muhammed”.
Babamız bu bağlamda özel bir eğitime, rahle başı talime ihtiyaç duymadı. Benim için de öyle oldu. Zaten örneğiniz önünüzde. Yalan söylememe nasihatinin içi mesela kapı yahut telefon çaldığında burada yok de diye talimat verildiğinde boşaltılmış olur derdi merhum. Asla ikili bir ajandası yoktu mesela. Ne diyecekse önceden kurgulamadan sevmediği insanların yüzüne söylerdi. Kelimelere konuşurken dama yahut satranç taşı muamelesi yapmaz üç hamle yani cümle sonunda karşısındakini şuraya buraya getirmeye çalışmazdı özel konuşmalarında. Nenem bir seferinde takibatlar çoğalınca dedi ki “Timurum çok da üstlerine gitme, biraz az söyle”. Babam da “ana seni memnun edeyim diye Allahı mı darıltayım kendime” dedi. Karakterce merhum dedeme çekmişti. O da aynen öyle birisiydi.
Babamın en güzel huyu, birlikte hareket etmemizdi. Sabah beraber çıkar, sohbet, esnaf ziyaret, camide vaaz, çay ocağında yemek. Otobüs, minibüs, araba; beraber gezerdik hep. Her gittiği yerde sohbet açılır konular, sorular, müzakereler olurdu. Muhabbet sarsa da sarmasa da dinliyorsun ya illaki kapıyorsun. Hitabet, kitabet, etki tepki vs.
Kur’an hatmi ve sure ezberleme konularında merhum kardeşimle beni ilkokul yılları boyu Hırka-i Şerif Kur’an Kursu’na gönderdi. Sabahçıysak öğlenden sonra, öğlenciysek sabah kursa gittik senelerce.
Fıkıh, kelam, münazara, mücadele-cedel hemen hepsini gidilen sohbet, sempozyum, konferanslarda yaşayarak gördüm. Bazen de ümmetin büyük adamlar olarak bağrına bastığı insanların özel alan, has dairede sohbet ve muhabbetlerine, bazen tartışmalarına da şahitlik ettik evlat kontenjanından. Büyük adamların, efsanelerin sanıldıkları kadar kutsal olmadığı halleri gördük, güldük. Bir tartışmada ismi lazım değil bir Ali Hoca, sırf marjinallik olsun diye “ilk muvahhit şeytandır, senden başkasına secde etmem Rabbim” dedi filan demişti de aman ya Rabbi…
Gündelik hayattan biraz da kitlelerden çekilince en küçük kız kardeşimin eğitimiyle evde bizzat ilgilenme fırsatı buldu. Edebiyat, Arapça, Farsça, Osmanlıca başta, konuları evde aktarırdı kendisine.
Biz onun şiir yazmasından da okumasından da bilirdik nasıl farklı olduğunu. Hafızdan Yusuf’u okurken mesela. Haccac’dan “Ya Ehlel Irak”ı okurken. Birisi “iyi hatip değil” dese alınmazdık mesela ama “iyi şiir okuyamıyor” dese “dur orda” denirdi yani. Harput ağzı gazel okuduğunda şaşırırdınız. Mahir İz Hocanın tasdikiyle kelamda da mahirdi kalemde de mahirdi. Zira Peyami Safa’dan ders almışlardı. İslam Dergisi’nde birincilik alan şiirleri arşivlerde.


Benim lise, üniversite dönemimde Milli Gençlik Vakfı faaliyetlerine katılmamı teşvik etmiş, iftihar duyduğunu ifade etmiştir. Kendisi de tiyatro ve yazarlık geçmişine sahip olması hasebiyle genetik olsa gerek ben de orta, lise üniversite tüm süreçte bu iki faaliyeti, yoğun yaptım elhamdülillah.
Ev ortamında sert miydi babanız yoksa yumuşak, neşeli, nüktedan biri miydi?
Aile içinde çok nükteden birisiydi. Zaten işinde ve tebliğinde sert tavizsiz olan kişilerin umumunda, özel hayatında aksi gibi olduğu varittir, yoksa ömür geçmez, hayattan tad kalmaz sürekli gerginlik filan. Nasrettin Hoca gibi adamdı desek yeridir. Anlatmaya kalksam sonu yok. “Cin çarpmasın da ben mi çarpayım”, “sadece kabak yenen bir cennete gitmeyeceğiz inşallah…” anektodları hâlâ akıllarda. Arap gümrüğünde yaşadıkları, Ege’de Ayvalıkta Belediye ve cemaatle olan hadiseler tiyatral niteliktedir ve ayrıca anlatmaya değer.
Temel huyu, bir şeyi bir kere söyler geçerdi. Zorlamazdı yani. Anladığımızdan emin olduğunda tamamdı onun için.
Aileyi ihmal etmeyen bir yapısı vardı. Ayrılıp kendince bir yerlere gitmez, nereye olsa hep beraber gidilirdi. En önemlisi de dinen yediğinden yedir, giydiğinden giydir emrine uyardı. Esnafa derdi ki Eminönü’de “siz burada öğlen esnaf lokantasında kebap, köfte yerken evde makarna, patates haşlanıyorsa siz de haşlanacaksınız. Götürün aynısından eve de…”
Yazları mutlaka trenle, otobüsle, arabayla memlekete Elaziz’e, Malatya’ya sıla-ı rahime giderdik. Yine sohbet, yine konferans, coşkulu topluluklar, şenlikler, yemekler…
Şayet olduysa, babanızın aile eğitiminde bıraktığı boşlukları doldurmada annenizin bir özel çabası oluyor muydu? Nasıl?
Annelerimiz esaslı faktör zaten. Fatih semti, kadınlar için adeta bir sosyal kültürel vahaydı. Bir başka fırsatta inşallah Fatih ve Üsküdar İslamcığı’nın kadına bakışı arasındaki farkları irdeleriz. Orjinal bir çalışma olur kanaatindeyim. Annemiz vakıf, dernek, kurs, yurt, okul derken gerçekten ciddi bir sosyal faaliyet alanına sahipti. Tek şartı vardı bu mesaide. Ev ahalisi evden çıkmadan dışarı çıkmaz, onlar dönmeden önce de eve dönmüş olurdu. Ölçü budur. Siyasi partilerden hayli uzaktı ana babamız. Milletvekilliği teklifini babam reddetiği zaman oradaydım, sene 91’de İl Başkanı Erdoğan’ın. Ama hakkını yememeli birkaç kez validemin sosyal faaliyet ve etkinliğini bizzat bana övmüştür Recep Tayyip Erdoğan ve sitem de etmiştir dolaylı yoldan da olsa, açıktan siyasi destek vermediği için babama. Validemiz kadınlar arasındaki etkinliği dolaysıyla bizi rahmet olsun eczacı Fevziye Nuroğlu annemizin açtığı meşhur sıbyan mektebine gönderdi yazları. Kimler geldi geçti inananamazsınız oradan. Anneden öğrendiğimiz şey bitip tükenmek bilmeyen gelen giden misafire katlanmak, hizmet etmek, ev baskını, arama elkoyma gibi işlemlerden korkmamak ve yıkılmamak, gözaltı tutuklama durumlarında dirayetle beklemek, bazen de dost istihbarat unsurları “evden biraz uzakda durun almaya gelecekler” diye eve haber gönderdiğinde başkalarının evinde kalmaya hazır olma gibi sıradışı alışkanlıklar. Annem, kız çocukların yüksek tahsiline çağdaş yaşamcılardan çok önce başlamıştı Fatih’te. Kendisi de lise eğitimini zor şartlarda almış memlekette. Kız öğrencilerin kaldığı evlerde talebe sayısı 100’e varmıştı. Bugün isimleri lazım değil siyasette hayli hayli ileri mertebede öyle isimler var ki buradan yetişme.
Babanıza öykündüğünüz oldu mu? “Ben de büyüyünce babam gibi olacağım” dediniz mi hiç? Veya babanızın bu yönde bir çabası, telkini oldu mu?
İmrenme ve öykünme normal de, baba gibi olmak mümkün mü? İngilizce, Arapça, Farsça, Osmanlıca diller. Nereye gitsek eline eğilenler (hepsini azarlardı bu arada, ısrar edeni iterdi) izzet-i ikram edenler, gözünü dikip pür dikkat dinleyenler, getirenler-götürenler, vakitli vakitsiz arayanlar soranlar, gece 3’te telefonda rüya tabiri isteyenler, holding patronu olup davet edenler, Ahmet Kaya, Barış Manço, Cem Karaca gibi sohbet etmek isteyenler, seni dinledim yola geldim diye önünü kesenler, vaaz bitince Üsküp’ten gelmiş olup da bir duasını alayım diye taaruz edenler, DGM’ye gidince vakur duruşu karşısında polislerin, mübaşirlerin hürmetli tutumu, mahallede herkes karakolun önünden geçmezken onun “tevekkeltü tealallah” deyip girdiği gibi çıkması… binlerce davranış kalıbı.
Pek telkin etmedi bir şey olmayı bana ama galiba göstermek için de bazen açık açık davrandı. Ovit yaylasında, Bünyan ovasında abdest için molada konuşunca sesinden onu tanıdığı için iki gün orada alıkoyan, kuzu kesen adamları görünce pek öyle bir ulaşılabilir hedef değildi aslında. Yolda kaldık Düzce’de. Arabanın şanzumanını açtılar. Ford bayii, kırık dişli parça fabrikadan 15 günde gelir deyince adamlar gece çalışıp tornada o parçayı imal edip, irşad aksamasın diyerek monte edip yola koyulunca anlıyorsunuz verilen değeri.
Aylar öncesinden düğününe, yaylada cemiyetine götürmek için listeye yazılırdı insanlar. Binlerce hatıra var.
Diyanet İşleri Başkanı, “gel Edirne’ye müftü yazıyoruz seni” dediğinde, “ben elinde baltayla putları kıran İbrahim’in davasına talipken, her millî günde geçip heykellerin karşısında saygı duruşu yapamam hocam” diye reddetti elinin tersiyle. Öykünülecek şeyi varsa belki hiç söylemedikleri olabilir. Bu can bu tende olduğu müddetçe deyip aksini yapmadı mesela. O canla beraber gitti söylemleri. Bir türlü söyleyip bir türlü iş yapmadı mesela. “Lime tekulune ma la tefalun” yani. Bana da böyle davranış kalıbı öğretti. Pek eğip bükemiyorum aslında dost hatrı bile olsa. Ama gerekliymiş bu zeminde.
Dinî eğitim yönünde telkini olmadı merhumun ama Kadir Mısırlıoğlu abiye götür-getir hukukçu olmamı ve iyi bir müddei umumi olmamı istedi. Şevket Eygi de “bu yavrumuz sosyal bilimler okusun, hukuk da mümkindir, ama Mecelle’den 20 esası da bir daha geldiğinde ezber etmiş olsun” demişti şahsen.
Kötü bir döneme denk geldik. Mezun olduğumuz dönemler 94-98 yargı kliklerin elindeydi. Adalet Bakanlığına giremedim. Bugün bir yetkili civanmertlik yapsa mesleğe dönerim bile sırf merhumun ruhu şad oldu diye ama şu adli ortamda zorluk yaşarım yine iyi biliyorum.
Din ve vicdan özgürlüğü bağlamında vaazlarını, içeriden ve dışarıdan gelen tepkileri nasıl yorumluyorsunuz?
Merhum Avrupalı bir eğitim almıştı ama yazları medreseyi de tecrübe etmişti. Osmanlı modernleşmesi etkisindeki hocalardan aldığı eğitimle son derece rasyonel biriydi. Sebep-sonuç, illiyet bağı, bilimsel temellendirme. Ansiklopedilere bakmadan madde hakkında konuşmazdı. Beş farklı ansiklopedik kaynak elinin altındaydı. Yargılanırken bilimsel olmayan şeyi söylemedim demek için çaba serf ederdi. Kaynaksız konuşamazdı bu yüzden. Din ve vicdan özgürlüğü bağlamında Diyanet İşleri, içten içe kolladı kendisini ama sürgün üstüne sürgün de yedi. Memuriyetten çıkarmadılar 1980’e kadar. Gerçi 80’e kadar özel misyonla nerede ateizm veya kominizim veya seleflik veya vahabilik yahut Kürtçülük cereyanı varsa oraya gönderilmiş ve etkili olmuş.
Bu stratejik sıraya göre tayin yerlerine bakar mısınız? 70’e kadar Ege bölge vaizi, 77’ye kadar Malatya ve Doğu Anadolu bölge vaizi, Muş müftü vekilliği ve bölge vaizi… Nihayet İstanbul müftü muavinliği ve il vaizliği. Hürriyet Gazetesi’nde dini yazılar yazmış seneler boyu merhum.
Ama 80 Darbesi sonunda hocalar ikiye ayrıldı. Sistemin gücünü görüp biat edenler yahut kenara çekilenler. Merhum ikisini de yapmadı. 80-88 arası çile dönemi oldu. Fırsatını buldu, 163’ü kaldırttı Özal’a. Pragmatikti Özal. Oy almak için yaptı biraz da. Sonra çıktı kürsülere tekrar Anadolu yakasında. 2000’e kadar 12 sene müthiş bir performans sergiledi ve adeta Anadolu yakasını İslamize etti. Merkez Ümraniye oldu. Hasan Mezarcı ile başladı. Süleyman Demirel DYP Genel Başkanı ve Başbakan. İl ve ilçe başkanını çağırıp “taş yağıyor Anadolu yakasının başına”, Timurtaş demişti, zeminin altlarından kaydığını anlatıp ikaz ederken.
Beş ilçe vardı elinin altında. Susturmaya çalıştılar ama bu kez millet hazırlıklıydı. Politik olarak da sahiplendi ve yedirmedi adeta. Askeri vesayet de azalmıştı. Müslümanlar Özal sayesinde biraz güçlenmişti de. Dışarıdan gelen tepkiler susturmak maksatlıydı. Hedef gösterme, linç vs. Ama bunlar yıkmadığı gibi güçlendirdi camia içinde. Ama esas yıkım kendi camiamız içinden gelen taarruzlar, haset ve kıskançlıklar oldu. Öyle hocaların isimlerini veririm ki hayret edersiniz. Emrullah Hatipoğlu Hocamız bir seferinde ifade etmişti bana biraz da mahcubiyetle. Şevki Yılmaz Hoca da hep üzülerek nakleder bu camia içi vefasızlığı.
Ha bana sıkça soruyorlar şimdilerde. Hocamız bu günlerde yaşasa ne derdi diye. Merhumun diliyle söyleyim. Vallahi, billahi, tallahi ya içeride olurdu yine yahut Avusturalya’da gurbette.
Bu hususu izah sadedinde birkaç gün önce evlat dediği bir talebesi olan Yavuz Fenerci Hoca’nın ağzından nakledeyim hatırasını:
MİLLETE KÜSKÜN GİDEN TİMURTAŞ HOCAMIZ….

Rahmetli Timurtaş Hocamızla 1985 de, talebelik yıllarında tanışmıştık. Rahmetliyle çok özel hatıralarımız ve anılarımız oldu. Size bir anımı anlatayım. Rahmetli, Kasım Babayı çok severdi. Çünkü 80 İhtilalinde Timurtaş Hocayı içeri almışlar Hoca efendiye çok eziyet çektirmişler, kimse sahip çıkmamış, onun deyimi ile en güvendiği adamları bile ona sahip çıkmamış. Hapisten çıkmasına Kasım Baba vesile olmuş. Kendisi de anlatmıştı. Kasım Babadan da dinlemiştim. Bir vefa borcu olarak Bereketzade’ye Kasım Baba’ya çok gelir giderdi bir birlerini severlerdi. Rahmetli Timurtaş Hocam, hiç unutmam bir akşam namazı sonrasıydı. Birden çanta elinde kapıdan içeri girdi ve beni yanına çağırdı. Rahmetli bana hep evlat derdi. “Evlat gelir misin” dedi ve caminin iç kısmında arka bölüme geçtik. Çantasından bir atlet çıkardı, “evlat terliyim, yardım ette şu atletimi değiştireyim” dedi. Rahmetli biraz kiloluydu. “Tabi ne demek hocam baş üstüne” dedim ve atletini çıkardım sırtından, tam çantasına koyacaktı ki hemen elinden aldım “olur mu hocam öyle şey, yaş gene atleti çantaya koyuyorsunuz, ben onu bir yıkıyayım da ondan sonra koyalım” dedim. “Evlat hiç zahmet etmene gerek yok” dedi. Bende “hocam sizin atletinizi yıkamak bizim için bir şereftir” dedim. “Estağfirullah evladım sağol” dedi. Neyse atleti aldım götürdüm çeşmenin altında yıkamadan önce şöyle bir sıktım Allah sizi inandırsın atletten şakır şakır ter aktı. Hoca efendi vaazdan gelmişti. Neyse yıkadım kuruttum ondan sonra verdim çantasına koyduk. Timurtaş Hocamız 80 İhtilalinden sonra çok mahsun ve çok üzgündü. Zaman zaman dertleşirdik Müslümanlara çok sitem ederdi. Çünkü içeride bir sürü işkence görmüş fakat kimse sahip çıkmamış.
Tabi bizim çocukluğumuz onun kasetlerini dinlemekle geçti, gençliğimizde de hep onu dinlerdik ve onun vaazlarıyla büyüdük. Onun vaazlarını örnek alırdık. O zamanlar tabi böyle fazla bilgimiz de olmadığı için birine İslamı anlatırken ikna etmekte zorlanırdık, o zaman hemen Timurtaş Hocamızın kasetlerini devreye sokardık ve ben o dönem Timurtaş Hocamızın vaaz kasetleriyle bir çok insanı namaza başlatmıştım.




Yıl 1992 o dönem Çemberlitaş Atik Ali Paşa Camiinde görev yapıyorum, Kastamonulu Kazım Aydın diye marangozluk yapan bir genç kardeşimiz vardı. Ona bir şeyler anlatıyorum, namaza başlaması için ama bir türlü ikna edemiyorum. Sonunda getirdim Timurtaş Hocamın namazla ilgili bir vaaz kasedini verdim. Ve ertesi günü Kazım kardeşimiz beni çağırdı “hocam beni hemen Kur’an’a başlatıyorsun, bana en kısa zamanda namaz surelerini öğretiyorsun, ben namaza başlayacağım” dedi. Ve bir ay içerisinde Kur’an’ı öğrendi namaza başladı. Aradan bir zaman geçti, sakal bıraktı, cübbe şalvar giydi sarık sardı. Ve İsmail Ağa cemaatinden çarşaflı bir kızla evlendi. Sonra bana dedi ki “Hocam senden bir ricam var. Bana bu Timurtaş Hocayı sen sevdirdin ben de şimdi onu düğünümde konuşmacı olarak görmek istiyorum. Senden onu getirmeni istiyorum” dedi. Ben de aradım hocama üç ay önceden gün aldık. Sonra düğün günü geldi gittik Ümraniye-Çekmeköy’deki evinden aldık. Düğün Fatih’teydi. yolda gelirken dedim ki “ya Hocam eskiden olduğu gibi yine Şehzade Camiinde mi olur, Beyızıt Camiinde mi olur, Sultanahmet Camiinde mi olur, Yeni cami de mi olur, Süleymaniye Camiinde mi olur en azından ayda bir defa bir vaaz etseniz de şu gençleri bir toparlasak, bizde şöyle bir silkinip kendimize gelsek” dedim. Hiç unutmam 92 model yeni bir kartal taksinin ön koltuğunda oturuyordu birden kafasını geri çevirdi; “Bana bak evlat, o Timurtaş çoktan öldü” dedi. Bende “hayrola hocam şimdiki Timurtaş ne iş yapıyor” dedim. “Şimdi ki Timurtaş inzivaya çekildi” dedi. “Ben kürsülerde bangır bangır bağırırken vaaz ederken, bravo hoca vur de vuralım, öl de ölelim diye bağırıyorlardı. Ne zaman içeri düştüm, cop yedim, Afedersiniz hayalarımdan elektrik verdiler. En candan dostlarımı şahit yazdırdım biz onu tanımıyoruz dediler. Söyler misin şimdi ben kime vaaz edeceğim? Cemaat değil bunlar camadat (ölüler) bunlar, koyun sürüsü bunlar. Şimdi Ümraniye de bir Kur’an Kursunda hafız yetiştiriyorum, talebelerle meşgul oluyorum.” demişti rahmetli. Ve Timurtaş Hocamız işte bu olaydan dolayı Müslümanlara kırgın gitti.
Din ve davet dili çerçevesinde Hocamızın üslubunu nasıl değerlendiriyorsunuz? O döneme has bir tarz mıydı, günümüzde de geçerli bir dil midir?
Onun hadimi olduğu dava yahut misyonu düşününce, bir de yaşadığı dönemin koşullarını, bunu tartışma konusu yapmak bile abesle iştigal. Yangın çıkmış hanede, sen evlad-u iyali yumuşak yumuşak “haydi yavrularım kalkın” filan diye ikaz etmezsin. Aracın direksiyonu geçmiş bir zalimin eline sürüklüyor resmen uçuruma göz göre göre. Aman şöför bey şöyle de böyle denmez ne ona ne muavine ne de araçta seyahat edenlere. O yangın yerinde gereğini yaptı. Nereden anlıyorsun, belki 200 kere tecrübe ettim, karşıma çıkanlar, “babanı bir kere dinledim kendime geldim” diyenlerin şehadetiyle. Müftüler toplantısı ne zaman olsa gitsem bitmez hatıralar. Nurullah Genç Hoca ne güzel aktarıyor bizzat örnekliğiyle. Bana da anlattı bir seferinde.
2000’e kadar öyle gerekti. Bir dönem kapandı ve Müslümanlar o ömrü vefa edip göremese de mesuliyet üstlendi kısa süre sonra. 2002’den başlayıp 10 yıl başlangıç değerleri ve içtimai meşruiyetle yükseliş evresi oldu. Bu dönemin dili maddi olduğu kadar medeniyet inşası yönünde de olmalıydı. Hakların ve özgürlük alanının genişletilmesi yönünde. “Bu bizim lehimizedir” derdi merhum. “Bırakın konuşsun, hatta Allah yoktur desinler rahat rahat. Biz de kalkar vardır der, isbat ederiz. Ta ki Allah konuşulsun” derdi. Tüm Avrupa’yı eksiksiz gezmiş Fransa, Belçika, Almanya, Hollanda, aylar boyu görevler yapmıştı. Tam bir Avrupa özgürlük anlayışına sahipti fikir ve düşünce olarak.
Bu ilk on yılda değer ve düşüncelerimiz müesseseleşmeli ve kadrolar bu yönde tahkim edilmeliydi. Olmadı. Çünkü bence siyasi hayatımıza sızmış ve merhumun da nefret ettiği, eğitim hayatında hocalarının mücadele ettiği bir selefi akıl hâkim oldu bizim siyasi dile. Yıkmayı iyi beceren ama altyapısı olmadığı için yerine tutarlı birşey koyamayan bir reaksiyoner bakış ve davranış. Her kadim olanı kaldırmaya çalışan bir devrimci akıl. Reddiyeci bir nazar ve ön yargı. Bu kafa müesses nizamı, vesayeti yıkmakta iyiydi, mahirdi ama yerine bir şey koymamakta yoktu. Nitekim siyaset belediyecilikten neşet etme kültürü çerçevesinde, müesses nizam ve askeri vesayeti arkasına ABD’yi almış FETÖ’yü, gerçek vatanperver milliyetçi ve milli görüşçülere, nihayet bu sonuncuları da 150 senedir sırtı hiç yere gelmemiş ittihat ve terakkicilere tasfiye ettirdi ve ettirmekte.
2013’lerde artık iç fitne ve yıkıcı propaganda süreci başladı. Bu süreçte maalesef sadakat öncelikli beşerî yapılanma, ihtiyat ve önleme öncelikli kamu yönetimi yaklaşımı hâkim oldu. İlki sebebiyle liyakat ve ehliyet sorgulanmaya başladı. İkincisi sebebiyle de değişen devlet dili, vatandaşı değil idareyi önceleme, siyasetin önemsizleşip bürokratik gücün öncelenmesi gibi yan etkiler baş gösterdi. Yeni dönem güvenlikçi politika ürettiği için de buna müsavi bir siyasi atmosfer ve birliktelik kuruldu. Bu da bizim hedefimiz olan 3M duruşunu ve bunun gerçekleştireceği dönüşümü engelledi. Tam bir bürokratik dil ve hemşehrimiz Polat Alemdar öykünmesi tipler. 3M: Muvahhid, müstakil, medeni bu arada.
Ben merhum babamı neredeyse birebir Mehmet Akif’e benzetiyorum. Her yönüyle benzer, mantık, felsefe, düşünce ufku, ihata kapasitesi, üslup ve nihayet akıbeti itibariyle. Akif mücadele günlerinde yani Mekke’de kaldı, asrısaadeti olmadı. Merhum Timurtaş Hoca da öyle…
Bugün nasıl bir dil olmalı derseniz, etkili tek metodun olduğunu görüyorum. Dil olarak muhasebe ve murakabe. Gerisi ne söyleseniz boş. Bomboş hatta. Çünkü ne söyleseniz aksine ve tersine bin tane olumsuz örnekliğimiz var. Aslında samimi düşüncem şu ki bu bir avantaj da sunuyor. Yoklukla güçsüzlükle sınanan Müslümanlar bunun hakkını verdi bu ülkede, sınavı geçti. Umduğuna nail oldu ama korktuğundan emin olamadı. Nedir o? Dünyevileşme ve değerlerden uzaklaşma. Şimdi, yokken yokun imtihanını veren bu camianın, varken varın imtihanında sallandığı şu dönemde bir iç değerlendirme ile gençlerin önünü açabilir. Bünye bu yönüyle de tahkim edilebilir. Bu tecübeyle immün sistem daha dayanıklı hale getirilebilir. Sınanmadığımız şeyin de tecrübesiyle bilgisiyle önümüze bakabiliriz. Gecikmeden ve bünyeyi kaybetmeden elbette.

Yeni dil buna dayalı olmalı kesinlikle. Şahsi tecrübe olarak da bu dil son 7 senedir ilgi görüyor. Aklayan paklayan yıkayan yağlayan her yaklaşım merdud artık ve yaş ortalaması 60 ve üstüne mahkûm bir dil. O sebeple babamda gençlere hitap etmek isterdi hep. “Emekli göbekli sinekli pinekli adamlarla nasıl halkı galeyana getirebilirim Savcı Bey” demişti bir keresinde. Hakkında açılan soruşturmada savcı halkı galeyana sevk eder konuşmalarla suçlamıştı. Merhum da dedi ki “vaaz öğlen öncesi cuma vaktinde. Öğrenciler okulda, işçiler sanayide, esnaf tezgâhta, memurlar dairede. Camiye gelenler Emekli göbekli sinekli pineli adamlar…”
Babanızın vaazlarını dinleyip de hidayete eren, amelini düzelten insanlar olmuştur muhakkak. Bu konuda size intikal eden bilgiler, rivayetler var mı?
Yukarıda anlatımlar içinde geçtiği için tekrar etmeyeyim.
Timurtaş Hocanın oğlu olduğunu öğrenenlerin tepkisi nasıl oluyor?
Hiç sormayın bunu. Ben okullarda, dost meclislerinde, mahallemde, iş muhitlerinde söylemek istemem hiç. Zira insanların idealize ettiği Timurtaş Hoca karakteri büyük bir yük bindiriyor sırtınıza. İnsanımız sizi ayrı birey kabul etmez. Kıyas ediyor, beklenti yükseliyor. Kafasındaki her heyse ayıplayıp kınıyor bile. Ama yüz vakanın 98’inde birisi mutlaka kimin nesi olduğumuzu söyler ve karşımızdaki kişiler de tekrar ayağa kalkıp musafaha eder, tablo budur. Neyse ki kişisel bazı özellikler sebebiyle kendimiz olarak da merhumdan apayrı birer kişilik inşa etmeyi becerdik elhamdülillah. Biraz da yetişme tarzımız itibariyle. Müstakil tutumu öncelediğimiz içindir.
Camiada dini konulara ilgisi olan herkesin mutlaka ama mutlaka Timurtaş Hocayla ilgili bir hatırası, fikri vardır. Rahmetli kasetlerin zahmetini çekti ama dönemin en etkili sosyal medya vasıtası olan o kasetlerle sesini İngiltere’den ta Avustralya’ya kadar nerede Türkçe bilen varsa dinlemiştir. Buna Azerbaycan dâhil. Bir seferinde Avustralya’dan gelen büyükelçilik ihbarıyla dava açılmıştı, bu kasetler burada işçileri zehirliyor diye.
Vaazlarını kitaplaştırmayı düşündünüz mü? Bugün dijital bir dünyadayız; teknik bir değerlendirmeden sonra sistematik olarak yayınlamayı düşünüyor musunuz?
İnşallah yapacağız. Bir Timurtaş Hoca vakfı kurduk aile olarak. Hayır hasenat yanında onun hayali olan bu kitabı da yayınlanmak istiyoruz. Teknik alan ilerledi. Kasetlerin deşifresi kolaylaştı. Bu hususta tecrübesi olan insanların tavsiyesine ihtiyacımız var. Merhum kitabı kafasında yazmıştı ama yayınladığında hapis yolu direkt olduğu için avukatlar onay vermedi.
Hocam hayatta olsaydı ona neler demek isterdiniz?

Merhumun yeri iyi. Latife, güzelleme değil hakikaten rahat. Şöyle ki yattığı yerden amel defterine kâr yazılıyor. Nerede çalışsam 15-20 yaş gençler internetten vaaz dinleyip, beni araştırıp tanışmaya geliyor. “Kendini görmedik sizin elinizi sıkalım, gelip bizim grupta sohbet eder misiniz” filan diye. Merhum son 21 senede Eyüpsultan’da Kur’an sohbeti yaptığımızdan haberdar olsa memnun olurdu mesela.
Merhumu üzecek bir şeye sebep olmadım şükür. Eşim de bu mücadelede en büyük yardımcım oldu. Benden birkaç kat donanım farkıyla katkıda bulundu tıbbi sahada. Birisi Çapa’dan iki tıp doktorası, iki uzmanlık, iki de yüksek lisans bitirdi. Tavizsiz bir karakteri vardır. Evliliklerde eş, dost, akraba için ideal bir mesleki birleşim bizimkisi. Bir doktor- bir avukat.
Babam hayatta olsa yani dönüp gelse kendisinden sonra başımıza gelenleri pek söylemek istemezdim herhalde. Kendisinden bir sene sonra henüz 13-14 yaşında kardeşim Enes elim bir kazada rahmetli oldu. Annem uzun dönem ameliyatlar ve kaza sebepli rahatsızlıklar çekti. Geniş dost ve tanıdık halkası daraldı. Çalışma ve siyaset sahasında yardım ve destek isteyeceğimiz insanlar açıkça demese de “öküz öldü ortaklık bozuldu” demeye getirdiler. İlgisiz kaldılar. Hep sona bıraktılar. Oysa hayatta olsa hakkımızı arardı. Nihayet ailede benimle beraber üç erkek evlattan ikincisi olan kardeşim Bekir Yunus’u da rahmete uğurladık 2024’te, babam dâhil tek erkek ben kaldım ailede.
Çalıştığım yerlerde son 30 senede, “çiğnerim çiğnenirim hakkı tutar kaldırırım” prensibine uydum. Hele ki son adli görevimde.
Biraz başa dönerek çalışma hayatına gireyim. 94’te başladım maaşlı çalışmaya. İstemediğim halde akçeli işlerin olduğu yerlere verdiler. Alım satım-ihale işlerinde söyleneni pek yapamadığım için 1995’te, 2000’de, 2003’te 2006’da görevi bıraktım yahut bıraktırıldım mesela. Ama akabinde geri çağırıyorlardı. Sonra epey bir uzak kaldım galiba.10 yıl huzurlu çalıştık, belediye başkanımız Millî Görüşçü bir insandı. Nihayet son dönemin hâkim olan “itaat et rahat et” diline ve dönemine ayak uyduramadım ki memuriyette bu sefer onlar son verdi. 53 yaşında emekliye sevk oldum adeta. Oysa tüm muhalifliğine rağmen sistem Timurtaş Hoca’ya 56 yaşına kadar müsaade etti ve kendi isteğiyle emekli oldu mesela.
Erkenden dünyaya veda etmesi sebebiyle onu refere ederek birtakım yerlere erişip ulaşamadık ailesi olarak. Açıkça söylemek gerekirse politikacılara hizmet etmediği için de biz hangi siyasetçiden siyasi bir talepte bulunsak reddedildik. Açık söyleyeyim Timurtaş Hoca gibi hizmet ve etki yelpazesi bu kadar geniş olan birisinin referansındansa, aynı dönemde bizim büyüklerimiz, siyasetine hizmet eden bir il yahut bir ilçe başkanının talebi daha makbul sayıldı.
Muhtemelen rejimin ta 90’larda aile olarak bize düştüğü şerhler, tutulan fişler hiç kalkmadı. Bazılarına bizzat şahit oldum. Rejim düşmanı diye işaretlenmiş olmak gerçekten zormuş. Bu kayıtların silindiği de yok. Hatta bir vaazda diyor ki rahmetli” bak burada beni dinleyen arkadaşlar ben bozuk sitemin muhalifiyim, devletin değil. Devlet bizimdir.”
Doktriner olarak tek hedef ve misyonu vardı: Tevhid ve bunun için aksiyon. İnandığı gibi yaşanmayan bir din, yaşandığı gibi inanılan bir şirke döner derdi. Tüm paradigması tevhid ve şirk üzerine inşa edilmişti.
Ama esas problem onun tüm enerjisini laiklik üzerine yoğunlaştırmış olmasından kaynaklandı. İslam düşüncesi ve inancı üzerindeki yıkıcı etkisini, Müslümanlar üzerindeki yozlaştırıcı ve kimliksizleştirici etkisini çok çok önce farketmişti. Onu yetiştiren hocalar buna muhalefet etme güç ve iradesini onda gördükleri için olsa gerek adeta bir misyon yüklemişler ne yapalım. Her konuştuğu dönüp dolanıp anayasal düzenle ilgili bir din dışılığa işaret ediyordu. Ayet ve hadisler bir şey söylüyor, kanun ve nizamlar başka şey. Söyleyin hangisine tabi olacağız diye bir büyük çelişkiyi hep orta yere koydu. Bu dualizmin nasıl bir şirk olduğunu anlattı. İyi de bu sistemin bir kurgusu var, bunu koruyan anayasası var, anayasasını koruyan kanunları, kanunları koruyan mahkemeleri ve savcıları var. Kolay mı? Değil elbet. Ama her nasılsa ona kolaydı. Sivaslı Alevi bir savcımıza dürüstçe anlattı bir seferinde. Adam fezlekeyi yırttı. “Bizi kandırmışlar” deme erdemini gösterdi. Kendisi kasetlerde anlatıyor bunu. Birileri kaydedip ispiyon eder diye de pek korkmazdı açıkçası.
Esaslı üç derdi vardı: Laiklik, sosyolojik gerçeklikten yani dinden uzak hukuk nizamı, Dine ve dindara muhalif devşirme yöneticiler.
Cumhurbaşkanı, başbakan, hükümetin şahsı manevisini tahkir diye epey davası vardı. Hâlbuki ayetle izah etmiş. “inne ekremekum indallahi etkakum” “sizin şerefliniz takva sahibi olanınızdır.” Takvası yoksa makamı reisi cumhur olsa şereften yoksundur demiş. Mantıki çıkarım doğru ama sonuç ceza davası, sürgün…
Gelinen noktada ailesi olarak ne yalan söyleyelim derin bir sukut-u hayal içindeyiz. Yaşadığımız bazı son hadiseler, kardeşlerimin akıbeti, dost düşman tanımını değiştirdi zihnimizde. Müslümanız, dostuz diyenlerin tutumları, öteki dediklerimizin “velev siyasi” olsun olumlu davranış ve yaklaşımları derin bir sorgulamadan geçmemize vesile olmuştur diyebilirim. Ama bu duygu ailemize yabancı değil. 80 darbesi sonrası bizim partiler dediğimiz yapıların da buna benzer tutumundan merhum sıkça şikâyet ederdi özel sohbetlerde.
Babası hayatta olanlara bir tavsiyeniz var mı?
Babası anası hayatta olanların vazifeleri gayet belli aslında. Onlara ayetin gereği olan yaklaşım gösterilirse dünya ahiret rahat edilir zaten. Bu dönemin zoru ve yolu evladı olanlara tavsiyede bulunmaktadır diye düşünüyorum. Hal ile örnek olmak lazım. Önce biz hizaya gelmeliyiz ki çocuklar da gelsin. Yeni nesil çift cpu, 1000 terabayt pc gibi. İşlemci hızları yüksek. Hızlı anlıyor, sonuca varıyorlar. Yani neyi hayal ediyorsak onu onlarla hayata geçirmemiz daha kolay. Yeter ki bizim duruşumuz belli olsun. Bu kadar oynak zemine ayak uydurmuş olan bizlere gençler itibar etmiyor diye gözlemliyorum.
Hocamızı beş cümleyle ifade edelim dersek neler söylersiniz?

-Mahir İz, Nurettin Topçu, Ömer Nasuhi Bilmen, Celalettin Ökten, Fethi Gemuhluoğlu, Necip Fazıl, Said Nursi, Mehmet Akif hamuru bir tevhid ve aksiyon insanı.
-Ömer Döngeloğlu merhumun dediği üzere çatal yürekli bir hatip.
-Tiyatral yetenek, edebi dil, sağlam muhakeme, ısrarlı anlatım, fikri takip, siyasete alet edilmemiş lisan.
-Mütevazı hayat, lüks ve konfor bilmeyen şahsiyet, İETT otobüsünde seyahat, tabandan kopmadığı için etkili olan anlatım, ister bir kişiye ister 100.000 kişiye (Tarsus’ta) konuşsun aynı derecede muhatabı mobilize eden etkili ikna.
-Maddi manevi defalarca aldatılma, arkasından dolanılma, bürokraside hilelere yenilme, dost kazıklarından oluşmuş bir orman.
-Gün görmeden, şöyle bir oh demeden, hayat varmış arkadaş diye gülemeden 56 yaşında nihayete eren bir ömür.

Bu vesileyle Hocamıza Allah’tan rahmet diliyoruz. Mekânı cennet olsun. Size de çok teşekkür ediyoruz.
Vefa gösterdiğiniz için çok teşekkür ederiz merhum adına. Cümle geçmişin ervahına rahmet olsun.
Bu vesileyle bu memlekette bir davaya gönül verip, derde ortak olmuş hemen herkesin de duygularını ifade eden bir şiirimi de şuracığa bırakarak veda edeyim.
GEL… SEN BİZDENSİN KARDEŞİM!
Bir yanın yıkıksa eğer, gel.
Sen bizdensin kardeşim.
Kaybettiysen en sevdiğini sen de, uçtaysa ellerinden ciğerpâren gel, bizdensin kardeşim.
Karakolda kayıtlı, istihbarat şubede fişliysen, orduda sakıncalı, jitem’de tescilliysen, okulda, mahallede, işyerinde mimliysen gel, bizdensin kardeşim.
Sen bizdensin kardeşim.
Gazete manşetleri rap-rap yürüdüyse üstüne, haber bültenlerinde kırıldıysa kolun kanadın, gazete köşelerinde kara çalındıysa yüzüne gel, bizdensin kardeşim.
Uğradıysan iftiralara, süründüysen sürü(l)düysen, gezdiyse ismin yazan evraklar masa masa gel, sen bizdensin kardeşim.
Titrediyse yüreğin resmî hizmete mahsus heryerin kapısında, ekşidiyse yüzün zoraki saygısız duruşlarda, duvarlarda ve meydanlarda yüzüne öfkeyle bakan portreler ve seni takip eden siyah silüetler varsa bomboş sokaklarda gel, bizdensin kardeşim.
Sen bizdensin kardeşim.
Endişen varsa mümin çıkıp evden münkir dönmeye dair, 40 katlı müşrik plazalarda daraldıysa yüreğin, Allah’la arana giriyorsa semaya her el açtığında ekonomik göstergeler gel, sen bizdensin kardeşim.
Darbeyi en yakınlarından yediysen hep, kar yağdıysa güvendiğin dağlara, ispiyonlara, jurnallere geldiysen dost meclislerinde söylediklerinden gel, sen bizdensin kardeşim.
Bir sabah, daha ezan okunmamışken sarıldıysa evinin önü, bir tedbir mahiyetinde altüst olduysa aile hayatın, camiden dönen koltuk altında taze pideli hacı amcalarla elleri kelepçeli bakıştıysan ekip otosunun kapısında son bir kez gel, sen bizdensin kardeşim.
Yüzüne gülüyor ama hiçbiri üye kaydetmiyorsa mesela seni vakıf, dernek her neyse gel.
Mahalle temsilciliği binasına bile yasaklıysan partinin, aynı fotoğraf karesinde görünmekten kaçıyorsa yetkililer, telefon rehberini cebinde değil aklında tutman gerekiyorsa gel, sen bizdensin kardeşim.
35 senedir yaşadığın şehrin sokaklarını, bir göçmen çocuğun solgun, mütereddit, ürkek gözleriyle okuyorsan hala, ait değilmişsin gibiysen semte köşe bucak, eve girip kapıyı kapattığında bir oh diyebiliyorsan ancak, gel.
Sen bizdensin kardeşim.
Sofralar gözlerinin önünde kurulup kaldırdı, bal tutanlar parmağını yaladı, güce çok ihtiyacı olanlar semirirken sana acıyarak bakan nazarları kaldıysa gel, sen bizdensin kardeşim.
Kararın sessiz ve dinlemeye kapalı odalarda verildiyse, peşin peşin hükümlerle kırıldıysa kalemin, özür dilemediysen, affını talep etmediysen yine, satmadıysan, eğilmediysen gel, sen bizdensin kardeşim.
Dindaşız, yoldaşız, arkadaşız dediklerin yolda koyduysa seni, en görkemli taziye mesajını verip gazeteye, kürek dolusu toprağı ilkin onlar boca ettiyse kabrine gel, sicim gibi yağdığına şahit olduysan sahte gözyaşlarının “Allah aşkına”, gel. Sen bizdensin kardeşim…